Konfor Alanını Terk Edebilmek
İnsanın kendisini keşfetmesi, hiç şüphesiz büyük bir başarı…
Kendi değerlerini ve inançlarını sorgulayabilmek, insanın kendisine çıktığı
keşif yolculuğunda, uğraması gereken durakların başında geliyor. Birçok insan
ne yazık ki bundan mahrum bırakmış kendisini. Bu hayatı yaşıyor, yaşıyor işte,
öylesine yaşıyor. “Gelmişiz gidiyoruz” kafasında durup düşünme ihtiyacı
hissetmeden sadece yaşıyor. Bu da bir tercih elbette; fakat şahsen ben bu
tercihi onaylamıyorum. Bunu kişinin kendisine haksızlık etmesi olarak
görüyorum. Katılır mısınız bilemem, belki de insanlar nasıl mutluysa öyle
yaşamalıdır…
Konfor alanını terk edip düşünmek kolay bir şey değil
aslında. Yani aslında kolay, kolay olmayan, o konfor alanından çıkıp, kendini
sorgulama aşamasına sokmak… Eleştirel düşünmenin fitili bir kere ateşledin mi
zaten gerisi geliyor, mesele o fitili ateşleyebilmekte.
Kendini keşfetmek, aslında hayata karşı farkındalık
kazanabilme becerisinde yatıyor. İnsan yıllarca kabul ettiği, kemikleşmeye yüz
tutmuş düşüncelerini kendi içinde sorguladığı ve eleştirdiği vakit, birçok
şeyin yolunda gitmediğine şahit oluyor. Yıllarca aynı fikirlere saplanıp
kalmak, birnevi yıllarca aynı giysiyi giymek gibi. Hem üstüne olmuyor hem de
yırtılmış yamalanmayı bekliyor gibi. İşte insan kendisine baktığı zaman bunu
anlayabiliyor. O kıyafetin eskidiğini ve modasının geçtiğini, yalnızca kendi
üstüne bakarak görebiliyor.
Eleştirel düşünme aşamasına girdiği zaman insan, genelde en
kolaydan başlıyor. Fikirlerini kendince önem sırasına koyuyor ve sondan
başlıyor, yani kendince en önemsiz fikrinden/düşüncesinden/ön kabulünden… Bunu
istemsizce yapıyor elbette; çünkü belki de kendisi için hayati öneme sahip olan
bir düşüncenin çürüme yoluna girmesi, hiç de iç açıcı değildir. Hem eleştirel
düşünceye yeni adım atmış birinin tecrübesizce bunu yapması riskli olabilir. Bu,
spor yapmaya yeni başlayan birinin bir anda 120 kiloluk ağırlık çekmeye
çalışması gibi. Kişinin mevcut kapasitesini arttırmadan bir anda kendisine
yüklenmesi sorumsuzca bir hareket olur. Tecrübesizliğin sonucu olarak da
muhtemelen o ağırlığı kaldırmaya çalışan kişi ya sakatlanır ya da kaldıramadığı
için özgüveni sarsılır ve sporu tamamen bırakır. Eleştirel düşünceyi öğrenmeye
başlayan kişi için de bu böyledir. Yavaş yavaş, adım adım hareket etmesi
gerekir.
Öz farkındalığı ve eleştirel düşünme becerisi olmayan
insanların büyük çoğunluğu normların dışına çıkamıyor. Toplumun belirlediği
belli başlı normlar vardır ve tek gerçek o normlardır. Kişi içinde
büyüdüğü/bulunduğu toplumun düşüncelerini sorgula(ya)madığı için, bu kendisine
tek gerçekmiş gibi geliyor. İlerleyen süreçte kendi toplumunun normları dışında
“tuhaf” bir durumla karşılaştığı zaman (örneğin eşcinsel bir bireyle), buna
adapte olması çok zor oluyor ve muhtemelen bu durumu yadırgıyor. Kendi düşünce
ve fikirlerine uymadığı için, yeni karşılaştığı bu düşünce yapısına şiddetle
saldırabiliyor; çünkü onun normları dünya üzerinde yegane gerçek!
İçinde büyüdüğü toplumun normlarına “aykırı” olabilen insan,
ne pahasına olursa olsun kendisine “bu niye doğru?” “diğerleri niye yanlış”
gibi soruları sorabiliyor. Bu soruları sorduğu zaman, aslında tek bir doğrunun
olmadığını, insanların ve toplumların kendisine biçtiği “doğru”ların olduğunu fark
ediyor. Hal böyle olunca hiç kuşkusuz kendisini sorgulamanın sancılarını
çekiyor. Kendisini ve düşüncelerinin doğru olmadığını kendisine itiraf eden
insan, suratına yumruk yemiş gibi hissediyor. Silkeleniyor ve “ne oluyor?” diye
sormaya başlıyor. Üzerinde düşünüp etrafındakilerle veya kendisiyle beyin
fırtınası yaptığı zaman, tek bir tarafta olmanın hiçbir anlamı olmadığını
görüyor. Meselenin iki taraftan birini seçmek yerine ortada durabilmek olduğunu
kavrıyor. Çünkü ortada durduğu zaman, herhangi bir düşünceye saplanıp kalması
mümkün olmuyor. Önünde iki farklı ideoloji varsa, ikisinden de haklılık payı
çıkartıyor ve kendince orta yolu buluyor. Düşünceleri bu yönde şekilleniyor ve
tek bir tarafta olmadığı için, iki tarafa da objektif bakma yeteneğini
kendisine kazandırıyor.
Ortada olduğu zaman insan, diğerlerinin ne kadar yanlış bir
durumun içerisinde olduğuna şahit oluyor. İki tarafta da yanlışların olduğunu
gören kişi, diğer insanların bunu nasıl göremediğini/fark edemediğini hayretle
izliyor.
“Ya bu deveyi güdeceksin ya da bu diyardan gideceksin” diye
bir söz var, eminim duymuşsunuzdur. Bu söz hakkında biraz kafa yordum ve haklı
olduğu yanlarla birlikte haksız olduğu yanları da ele almaya çalıştım. Benim bu
sözden anladığım şu: İçinde bulunduğun toplumun ihtiyaç ve gereksinimlerini
karşılamak zorundasın. Eğer karşılamazsan o toplumda barınamazsın. Ben bu
sözden iki farklı çıkarım yaptım. İlki, toplumun ihtiyaçlarını ve isteklerini
karşılayamıyor (aykırı davranıyor) olabilirsin, bunun sonucunda o deveyi gütmek
(normları kabul etmek) istemezsin ve o toplumu/zihniyeti terk edebilirsin. Bu
bir seçenek elbette; lakin ikinci seçenek tam bir “aykırı” modeli. Hem deveyi
gütmezsin hem de bu diyardan gitmezsin. Senden istenen normları yerine
getirmeyip, insanların gözüne batabilir ve onların gözünde bir “aykırı”
olabilirsin. Bu şekilde elbette ki birçok tepki toplayabilirsin; lakin insanlar
gördükleri şeye alışıyorlar. Eğer sen bu diyardan gitmemek için istemediğin
halde o deveyi güdersen, o toplumun normları “çarkı”na ister istemez kendini
sokmuş olursun.
Sen ve senin gibi binlerce “aykırı” insan, hem o deveyi
gütmez hem de bu diyardan gitmez ise, toplumun normları sarsıntıya uğrar.
İnsanlar gördükleri karşısında şok olabilir, önemli değil. Eğer bir toplum
zihniyet olarak geriyse, o toplumu “aykırı” olanlar değiştirebilir...
Binlerce “aykırı” insan eğer kendisini topluma gösterirse, o
toplum da bir şeylerin yanlış gittiğine uyanmaya başlayabilir. En azından
düşünceleri kemikleşmeyen insanlar, yoksa saplantılı olan insanları uyandırmaya
çalışmak, hiç kuşkusuz tek kürekle sandal çekmek gibidir. Sen bir şeyler ortaya
koyarsın; ama karşı taraf herhangi bir gayret içinde bulunmaz (anlamaya ve dinlemeye
dair), bunun sonucunda hiçbir yere varamazsın. O sebeple bir insanın
düşünceleri kemikleşmişse ve tabiri caizse kırk yıldır aynı şeyi düşünüp
savunuyorsa, o insanı bırakın, ondan size hayır gelmez.
“Aykırı” olan bireyler konuşmaya başladıkları zaman,
birbirlerini bulacaklardır. Birbirlerini buldukları zaman ise, yalnız
olmadıklarını fark edecekler ve cesaretleneceklerdir. Birçok insanın kendileri
gibi düşündüğünü/düşünmediğini bilmek, insanın özgüvenini elbette ki tazeler. O
sebeple düşüncelerini insanlara anlatmak, hem kendini ortaya koyma cesareti hem
de bir şeylerin değişeceğine dair inancın göstergesidir…
Yorumlar
Yorum Gönder
Kıymetli yorumlarınız bizim için önemlidir. Bize ulaştırdığınız her öneri ve görüşü, eleştiriyi dikkate alıyor ve değerlendiriyoruz.